Bir toplumun vicdanı, gelir dağılımındaki adaletsizlikle en çıplak hâliyle ortaya çıkar. Bugün ülkemizde en çok konuşulan meselelerden biri, belki de en acil çözüm bekleyen konu, adaletsiz gelir dağılımıdır. Çünkü mesele sadece para değildir; mesele, insanın insanca yaşayıp yaşamadığıdır. Bir yanda oturduğu yerden saniyeler içinde milyonlar kazanan bir kesim, diğer yanda sabahın köründe işe gidip ay sonunu getiremeyen milyonlar… Bu uçurum, sadece ekonomik değil, toplumsal bir travmadır.
Rakamlar bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Asgari ücretin 22 bin lira, en düşük emekli aylığının 16 bin 881 lira ve açlık sınırının 27 bin 970 lira olduğu bir ülkede, “geçim” kelimesi artık ironik bir anlama bürünmüş durumda. İnsanlar, yaşamak için değil, hayatta kalmak için çabalıyor. Her ayın sonunda kirayı mı ödesem, faturayı mı yatırayım, çocuğun beslenme çantasını doldurayım diye düşünen milyonlarca insan var. Böyle bir ortamda adaletten söz etmek mümkün mü?
Daha da çarpıcı olan, aynı mesleği yapan, aynı eğitimi almış insanlar arasındaki gelir farklarının uçurum boyutunda olması. Bir doktorun, mühendisin, öğretmenin ya da gazetecinin biri geçim sıkıntısı çekerken, diğeri sadece soyadı veya bağlantıları sayesinde refah içinde yaşıyor. Emeğin değeri, liyakatin önüne geçmesi gereken bir ülkede, artık “kim ne kadar çalışıyor” değil, “kimin kiminle ilişkisi var” belirleyici hâle gelmiş durumda. Bu tablo, yalnızca ekonomik düzeni değil, toplumsal adaleti de zedeliyor.
Gelir adaletsizliği sadece cebimize değil, ruhumuza da dokunuyor. İnsanlar çalıştıkça yoksullaşıyor, umutlarını kaybediyor, gençler ülkeden gitmek istiyor. “Bir gün ben de emeklerimin karşılığını alırım” diyen inanç, yerini “nasıl olsa değişmez” umutsuzluğuna bırakıyor. Bu umutsuzluk, bir toplumun en tehlikeli düşmanıdır. Çünkü adalete olan inanç sarsıldığında, insanlar sisteme değil, çaresizliğe teslim olur.
Elbette çözüm mümkündür. Yeter ki niyet olsun. Devletin en temel görevi, vatandaşının insanca yaşamasını sağlamaktır. Bunun yolu da gelir dağılımında adaleti yeniden tesis etmekten geçer. Asgari ücretin, açlık sınırının altında kalmadığı; emeklinin torununa harçlık verebildiği; çalışan insanın “maaş günü”nü değil, “hayatını” düşündüğü bir düzen mümkündür. Bunun için üretimin, istihdamın ve emeğin değerini koruyan bir ekonomik anlayışa ihtiyaç var. Sadece rakamları büyütmek değil, o rakamların insan yaşamına dokunmasını sağlamak gerekir.
Bir toplumun gelişmişliği, gökdelenlerin yüksekliğiyle değil, en yoksul vatandaşının ne kadar onurlu yaşayabildiğiyle ölçülür. Bizler de artık bu gerçekle yüzleşmek zorundayız. Çünkü gelir adaletsizliği sadece bir ekonomik sorun değil, bir vicdan sorunudur.
Bu düzen değişmeli. İnsan emeğinin karşılığını aldığı, kimsenin açlık sınırında yaşam mücadelesi vermediği, çocukların geleceğe umutla baktığı bir ülke mümkündür. Ve bu değişim, “bir gün olur” diyerek beklemekle değil, “hemen şimdi” diyerek istemekle başlar.
Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, sofralarda da olmalıdır. Çünkü boş bir tencere, en yüksek sesle adaletsizliği haykırır.
