Türkiye bir süredir tuhaf bir ekonomik iklimin içinde yaşıyor.
“Kriz” kelimesi artık öyle sık telaffuz ediliyor ki neredeyse manasını yitirdi. Kriz dediğimiz şey artık yaşam tarzı haline geldi. Sıradanlaştı. İçerisinden geçip gidilen bir dönem olması gerekirken yıllardır süren bir psikolojik durum halini aldı.
Ama mutfaktaki yangın, cüzdandaki erime ve günlük hayatta hissedilen baskı; kelimelerin değil, hayatın gerçekleri. Bu nedenle önce dürüst olalım: Türkiye, klasik anlamıyla bir ekonomik dalgalanma değil, derin ve çok katmanlı bir dönüşüm süreci yaşıyor. Adına ne derseniz deyin, sonuç değişmiyor.
Adeta yok oluyoruz. Kültürel olarak, sosyolojik olarak Türkiye dibe doğru bir dönüşüm geçiriyor.
Zehirlenme vakalarındaki artışa geleceğim. Uzmanı olmadığım bir şeyin uzun uzadıya analizini yapacak değilim. Fakat neden bu olayın bir “skimpflasyon” etkisi olduğu tartışılmıyor?
Skimpflasyon, bir işletmenin maliyetleri kısmak için ürünün veya hizmetin kalitesini düşürmesi anlamına gelir. Yani fiyat aynı kalır (hatta artabilir), miktar aynı görünür, ama kalite gizlice azaltılır.
Bu, son yıllarda enflasyon dönemlerinde sıkça görülen bir davranıştır. Bütün işletmeler artık yemeklerde kullanılan yağ, et, ekmek gibi temel şeylerin en ucuzuna kaçıyor. Artık öyle bir noktaya geldi ki onurumuza yakışmayacak kadar kötü ve kalitesiz yemekler yiyoruz.
İşte bahsettiğim kültürel ve sosyolojik dönüşüm bu. Türk milleti Pakistan sokak lezzetlerine, Hindistan’ın eller ayaklar açıkta kapkara yağıyla pişirilen yemeklerine maruz bırakılıyor.
You might be interested
superbahis093.com
Ne et eski tadını bildiğimiz et ne de tavuk ve sebzeler öyle.
Bir türlü anlatamıyoruz. Daha yeni genel sağlık sigortasına yüzde 100 zam yapıldı. Halbuki son açıklanan resmi enflasyon yüzde 32.87 düzeyinde gerçekleşti.
Resmi rakamlarla manşetlerdeki enflasyon oranı neyse ne; vatandaşın hissettiği çok daha ağır. Hem yediklerinde hissediyor hem de cebinde.
Market rafları artık sadece ürün değil, psikolojik eşik satıyor. Bir gün aldığınız ürünün ertesi gün bir lira bile ucuzlamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Negatif enflasyonu hayal bile edemiyoruz.
Öyle bir hale geldi ki enflasyonun ana etkisi sadece fiyatları yükseltmiyor; insanların gelecek planlarını, güven duygusunu ve yaşam standartını kemiriyor.
Bugün birçok kişi ay sonunu getirmek için matematik formülleri icat ediyor. Emekli, memur, işçi... Hepsi aynı denklemle boğuşuyor: Eksiye batmadan ne kadar daha dayanabilirim?
KIRILGAN BİR EKONOMİ
TOKİ’nin yaptığı 500 bin konut satışına milyonlarca insan başvurdu. Sırf kira belasından kurtulmak için.
Dövizdeki oynaklık artık bir olay değil, rutin. Kur artışı yalnızca ithalatı pahalılaştırmıyor; üretim maliyetinden kiralara kadar tüm ekonomik zinciri beraberinde sürüklüyor. Hükümet buna zaman zaman “geçici bir durum”, zaman zaman “manipülasyon” dese de iş dünyasının gördüğü tablo daha somut: Kırılgan bir ekonomi, yüksek risk primi ve yatırımcının önünü göremediği bir ortam.
Türkiye bugün halen sıcak para ile yaşayan, üretimden uzaklaşmış bir ekonomi modelinin bedelini ödüyor. Daha yeni yazdım, hükümet gelirlerinin yüzde 78’i vergilerden oluşuyor. Katma değerli bir sanayimiz kalmadı. Petrolümüz yok, savunma sanayisi dışında teknolojide pasif kaldık.
Uzun yıllardır izlenen faiz politikası, ekonominin kalbinde büyük bir tartışmayı tetikledi. Faiz düşünce enflasyonun da düşeceği iddiası, sahada karşılık bulmadı. Çünkü kriz dönemsel bir şey değil ki finans araçlarıyla yönetebilesin.
Bu politikanın en önemli yan etkisi, tasarruf sahibinin cezalandırılması ve Türk lirasının aşırı değer kaybı oldu. Yüksek faize çakılı kalmak ise ekonomideki güven erozyonunun tamirini daha da zorlaştıran bir döngü yarattı.
Ekonomi bir kez güven kaybetti mi rakamlardan çok psikolojiyi onarmak gerekir. Onu da belediye başkanlarının cezaevlerine atılmasıyla yerle bir ettik. Toplumun güç kaybeden iktidara olan inancı zaten azdı, artık hiç kalmadı.
İlginç olan şu: Türkiye’de siyaset, ekonomi tartışmasını çoğu zaman söylem üzerinden yürütüyor. Oysa sokakta durum çok daha gerçek: İnsanlar gıda, kira ve enerji maliyetleriyle boğuşuyor. Gerçek gündem mutfakta kaynayan tencere. Siyasette Ekrem İmamoğlu’nun ve Özgür Özel’in her fırsatta buna vurgu yapması çok doğru.
Zaten yenilmiş bitmiş PKK’nin, etkisi kalmamış terör örgütü lideri içeriden çıksın diye çözüm aramakla uğraşıyorlar. Kimse de görmüyor mu yeni PKK isim değiştirdi YPG oldu. Daha da büyüdü hegemonya değiştirdi. Suriye’nin kuzeyinde topraklarını genişletti.
Bakın her şey birbiriyle bağlantılı. Ekonomik kriz yalnızca rakamlarla değil, insanların ruh haliyle ölçülür. Umudun azaldığı yerde kriz, en keskin halini alır.
Peki, çıkış yolumuz ne?
Türkiye’nin çıkışı, günü kurtaran pansumanlardan değil; güven veren, öngörülebilir, hukuka, kurala dayalı bir ekonomik modelden geçiyor.
Sermayenin hukuka olan güvenini sağlamalı, rüşvet ekonomisini yok etmeliyiz. Üretim kültürünü yeniden diriltmeli, üretmenin kutsal bir şey olduğunu hatırlamalıyız. Üç kuruş daha ucuz diye bakliyatı Kanada’dan, çayı Çin’den, buğdayı Meksika’dan almamalıyız. Doğru teşviklerle üretim üzerindeki enerji maliyetlerini azaltmalıyız.
Hukuku baş tacı edip üretmeye başlayınca ekonomik göstergeler düzelmeye başlar; aksi halde kriz bizim için yeni bir hayat tarzı olur. Kültürel çöküş artar, bahis, kumar, fuhuş, rüşvet bataklığına daha da batarız.
Bu ülke daha önce de kriz gördü ama bir farkla: O dönemlerde toplumun geleceğe dair umudu vardı. Bugün yapılması gereken, önce o umudu geri vermek.